Sonbahar gezginleri için Göçek’te ne var, ne yok?
Ağustos ayının kavurucu sıcağında pek önermiyorum, ama sonbaharın sonuna kadar Göçek bizimdir! Güzel küçük koyları, lezzet durakları, hoşsohbet, dost canlısı ahalisi, koyu lacivert denizi bizi bekliyor. Hem her şey eskisi gibi şahane, hem de yenilikler var. 2013’e veda gezilerinizden birini mutlaka Göçek’e ayırın...
Ağustos ayında Göçek’te tekne ile dolaşmak ‘pek hoş’ bir duygudur. Hemen aklıma gelen iki anekdottan birincisi... Tam öğle vakti Göbün’e yanaşıyoruz, ordaki arkadaşlardan birini aradım, palamar alması için, 10 dakika iskelenin önünde bekledikten sonra ortaya çıktı. Belli ki çam ağaçlarının altındaki hamağından ancak kopup güneşin altına çıkabilmiş. Kafasında ikinci dünya savaşındaki Japon askerleri gibi ensesini de örten bir kep, bizi iskeleye yanaştırdı, “Hoşgeldiniz” dedi, sonra da saatine bakıp “Ali Abi şimdi hemen suya atla ve 5-6 saat güneş almayan bir köşede suyun içinde saklan, sonra gel yemek yersiniz, sohbet ederiz” dedi. Dostumuzun bu uyarısına kulak asmayıp, güneş ışınlarıyla inatlaşmaya yeltendik, fena halde haşlandık.
İkinci anekdot Küçük Sarsala’da. Yine bir ağustos güneşinde Ramazan’ın iskelesine yanaştık. 10-15 dakika içinde tekneyi güneşe hazır hale getirdik. Yani sağına soluna çarşaflar filan astık ve yine de dayanamadık, denize atladık. Yanımızda denizde uzun süre kıpırtısız yaşamaya imkan sağlayacak makarnalar, önce teknenin güneş görmeyen kısmına yapışarak, sonra kıç palamarları bağladığımız ahşap iskelenin altında ben kendi adıma bir rekor kırdım, 3.5 saat denizde kalmışım. Derim buruştu, gözüm biber gazına tutulmuş gibi yandı, ama o koşullarda konumumuz şahaneydi, kazasız beresiz akşam üstü kerahat vaktine ulaştık.
Yani demem o ki, ağustos aylarında Göçek biraz sıcaktır dinlenmeye de gelmez, yelkene de gelmez. Güneş değdiği anda kavurur!
Biz ise Göçek’te ne var ne yok diye 2013 Mayıs ayının bir başında, bir de sonunda iki uzun haftasonu gezisi yaptık. Bu yazıda da size bu mükemmel gezilerden anılarımı anlatmak istiyorum.
Göçek’te yaz ve erken sonbahar...
Bu sezon iki gezi izlenimi yazdım “rüzgara merhaba”, “denize merhaba” üçüncüsü “yaza merhaba” bab’ından Göçek izlenimlerim olacaktı, ama bu yazının sonunda kısaca bahsetmek istediğim tatsız ve kederli bir öykü nedeniyle gezi yazılarıma bir ay ara vermek durumunda kaldım.
Eğrisi doğrusunu bulmuş, isabet olmuş! Göçek’te geç ilkbahar ve erken sonbahar denize çıkmak için ideal mevsimdir. Bu yazı da, önümüzdeki ay Göçek’te gezmek isteyenlere rehber ve hatırlatma olabilir. Özellikle de mavi sulara açılacak yeni denizcilerimiz için belki faydası da olur.
Ben Göçek’in iyi bildiğim ve tanıdığım sakin, pürüzsüz rotalarını izlemeyi tercih ederim. Bu yıl da öyle oldu. Mayıs ayında yaptığımız 2 kısa gezide şu rotaları tercih ettik.
Birinci gün Turunçpınarı Osman’ın Yeri.
İkinci gün Tersane. Yıldıray ile Yeşim’in sakin mekanı.
Üçüncü gün tabii ki Göbün. Muammer, Deniz, İsmail, Cihan ve tüm can dostlarımız.
İkinci gezimizde bir gün fazla zamanımız vardı, o zaman da biraz uzaklara açılalım deyip Karacaören’e gittik. Can, orayı artık babası Muzaffer’den tamamen devraldı. Çok güzel balık da bulunuyor, yolda keyifle yelken yapıyor, koy hafif solugan alsa da sükunet içinde geceliyoruz.
Son gün dönüş zamanı, hüzünlü ve can sıkıcıdır, son erken akşam yemeğimizi de Küçük Sarsala, Bedri Rahmi ya da Boynuzbükü’nde yemeyi ihmal etmiyoruz. (Çoktandır ihmal ettik ama Manastır Koyu’ndaki tesis de ayrıca çok güzeldir, ayrımcılık yapmamak lazım!))
Aralarda da deniz molaları için, Yassıcalar, Hamam, Yavansu, Küçük-Büyük Ağa...
Böylece Göçek, 3-4 günlük turlarda bulaşık derdi, öğle yemeği telaşı yaşamadığımız mükemmel bir dinlence haline gelebiliyor.
Göçek’te bu yıl neler var, neler yok?
Doğrusunu isterseniz pek yeni bir şey yok. Buna karşılık huzur var, keyif var, lezzet var. Öğleden sonra 14.00-18.00 arasında koy içinde ve Fethiye Körfezi’nde her zaman yelken yapabilecek güzel rüzgar da var.
Başka...?
İlginç bir şey bu yıl Göbün’de akşamüstü gün batımında demlenirken hayatımda ilk kez ezan sesi duydum. Çocuklara “Yakında bir yere cami mi yapıldı?” diye sordum. Öğrendim ki, tepenin arkasındaki küçük köyde bir minaresiz cami varmış, Göçek’in müdavimlerinden bir Kuveyt Şeyhi bir hibede bulunmuş, camiye minare, Göçek’e ezan sesi gelmiş. Bu düşüncelilik ve duyarlılık karşısında, özellikle sabaha karşı yattığım yerde hoplayınca gözlerim yaşardı!
Eski mekanlarda bir başka değişiklik, az önce bahsettiğim gibi Karacaören’de New Age keman nameleriyle gecelerimize renk ve fark katan Muzaffer’in artık işlerini tamamen oğlu Can’a bırakmış olması. Karacaören sihirli kemanını kaybetmiş, ama Can da gençliğin verdiği heyecan ile bu eşsiz durak noktasına mükemmel bir balık lezzeti kazandırmış. Yakın zaman önceye kadar daha çok yabancı yelkencilere hizmet veren Fethiye’nin bu uç noktasında daha çok çiftlik balığı ve kebap bulunurdu, ama Can konsepti değiştirmiş, yan taraftaki havuzda onlarca canlı orfoz, lağos, karavida vardı. Ayrıca 10-15 kiloluk şahane ve taze akyalar, kılıçlar da buzdolabında yatıyordu.
Tersane’ye kaç kez gitmişliğimiz vardır. Tersane Göçek’in Göbün ile birlikte en eski tesislerinden biridir. Sahibi Yıldıray sadece her havaya kapalı bu mükemmel konaklama koyunun tesisine değil, tüm adaya yıllardır özenle bakıyor. Eşi Yeşim, restoranın temel taşı olmasının yanısıra Göçek’in en becerikli palamarcılarından biridir, en acemi denizcileri bile, iskelede bir bir sıraya dizer, güzelce yanaştırır. Her gittiğimizde “Ne var yemek için?” diye sorduğumda Yıldıray, “Çok güzel tandır var, kendi sürümüzden” derdi de, ben balık delisi olduğumdan her seferinde burun kıvırırdım. Son seferimizde, 3 tekne 10 kişilik kalabalık bir ekip, özel olarak tandıra gittik. Mevsim mayıs, yani oğlaklar için henüz erken ama kuzunun tam zamanı... Sayın okur, böyle güzel kuzu tandır hayatımda yemedim. Mevsimini kollayın mutlaka deneyin.
Turunçpınarı’nda Osman ve eşi Tülay Hanım bu yıl da binbir detay güzellik yaratmışlar. O küçük mavi koyda her yıl karşılaştığım bu sürprizler beni büyülüyor. Bu yıl gittiğimde yeni, çok zevkli, dev bir akvaryum ve büyüleyici bir çevre düzenlemesi gördüm. 5 yıldızlı sahil otellerinin dekoratörlerinin her yıl Turunçpınarı’nı ziyaret edip kısıtlı imkanlarla neler yapılabileceğini görmeleri lazım. Tabii bu arada Osman her zamanki gibi konukseverliği biraz abartmış, bu sezon 30 İngiliz düğünü rezervasyonu yapmış. Biz gittiğimiz gece de bando mızıka bir ‘İngiliz Evlilik Seremonisi’ olayı yaşadık. Ama yiğidi öldür hakkını ver. Adamlar kibar. Fazla gürültü, şamata, kendini kaybetme olmuyor..!
Aynı ay içinde iki kez Göçek’ten denize açıldık ya, birinde mutlaka Ekincik ile Kurtoğlu Burnu arasındaki Aşı Koyu’na uğramaya niyet etmiştim. Girişi biraz kayalıklar arasında olsa da enfes mavi ve tertemiz bir küçük koyumuzdur Aşı. Orada küçük bir işletme vardı Karacaörenli Can’ın dayısı işletirdi. Can’ı aradım “dayın hala orda mı?” diye sordum. “Yok Ali Abi geçen yıl ihale oldu, birisi çıkmış çok yüksek para vermiş, dayımın elinden aldılar orayı” dedi.
- Eee, peki tesis ne oldu?
- Bir şey olmadı, boş, öylece kaderine terk edilmiş duruyor...
Gidip görmedim, ama bir kaç tanıdıktan daha teyit ettim. Aşı Koyu’ndaki tesis bu yıl kapalıymış.
Bunu da anlamak mümkün değil. Bu güzelim mavi durakları binbir güçlüğe göğüs gererek, fedakarlıkla işleten Yörük ailelerimiz ihalede bazen akıllara seza rakip tekliflerle eleniyorlar. Kimi kez bu yüksek bedeli ödeyen girişimci daha da yüksek miktarda yatırım yapıp tesisi daha güzel hale getiriyor. Bazen de, bir de bakıyorsunuz konaklama tesisini ve sermayeyi sessizliğe gömüyor. Eee, o zaman neden ihaleye girdin..?
Biz denizcilere bu güzel mekanı, dostluk ve aile ortamını neden kaybettirdin?
Deniz ve dostlar...
Göçek iskeleleriyle, tekneleriyle, marinalarındaki, köydeki ve küçük koylardaki misafirperver insanlarıyla dostlukların doya doya yaşandığı bir yer.
Mayıs ayındaki ilk gezimiz için sabahın erken saatlerinde Dalaman’a süzülürken uçakta 4 ayrı tekneyle denize açılacak 20’nin üzerinde çok yakın dostum, hatta akrabam vardı. Marketlerden minik alışverişlerimizi yaptık, yaklaşık aynı saatlerde hepimiz denize açıldık.
Boynuzbükü açığında bir tekne görüyorum, yelkenini açmaya hazırlanıyor bir bakıyorum bir akrabam ve yakın dostlarımdan oluşan 7 kişilik bir ekip. Hemen telefonlar çalışıyor “o yelken öyle mi açılır, hepiniz teknenin bir tarafında durmuşunuz batacaksınız, akşam nereye gidiyorsunuz, siz bizi takip edin, bilmemnereye gelin…” Bir ton geyik... Ve tanıdığınız o tekne mavi suların üstünde süzülüp bir bilinmeyene gidiyor.
Ama bu kez farklı olarak, koyda benim için çok önemli bir tekne daha vardı. Nerde olduklarını adım adım takip ettiğim, başları belaya girse yardım edebilecek uzaklıkta olmaya özen gösterdiğim...
Bu tekneyi benim 2 yıldır ilkbahar gezilerimi YachtTürkiye okurlarıyla da keyifle paylaştığım fırtına ekibine kiralamıştık. Aralarından 3’ü kaptan, hepsi yüksek deniz sevgisiyle dolu Hasan, Şerif, Mustafa ve Murat arkadaşlarımın kullandığı bir Bavaria 42.
İlk gün açık denizde, yelkenlerindeki hafif yalpamaları, teknenin sağanaklarda denize güçlü bir şekilde yatışını gördüğüm anda “bunlar bizimkiler” diye yanlarına seyirtmiş ve yanyana seyre geçmiştim.
Onlar benim fırtına ekibim... Birlikte bugüne kadar 45-50 knots rüzgarlarda ne maceralar yaşamışız... İkinci gün seyir sorunlarını çözdüler, üçüncü gün iskelelere yanaşmayı hepsi becerir hale geldi. Her gece bir iskelede buluşuyor, kahkahalar arasında o gün neler yaşadıklarını konuşuyoruz.
Hepimizin ilk seferlerde yaşadıkları “talihsizlikleri” onlar da yaşadılar. İlk gün baktım cenovanın iskotasını rüzgarüstü vinçten gerdirmişler. Bir gün ıssız bir sahile çapa ve koltuk halatıyla yanaşmaya kalkıp halatı pervaneye dolamışlar. Bir gün full arma yelken basalım derken furling ana yelkenin yanlışlıkla mandarını boşlayıp ağır rüzgar altında gayrıihtiyari balon yaratmışlar. Ve iki gün arka arkaya kıçtankaraya iskeleye yanaşırken ters rüzgarların marifetiyle iskeleye bordalamayı da başardılar!
Eeee, bunları hepimiz, yani süper ve zır cahil deneyimli denizcilerin hepsi yaşamamış mıdır? Yaşamıştır... Bu iş deneyerek yanılarak öğreniliyor...
Gece seansları...
Her gece 2 tekne, hatta bir gece koydaki başka bir arkadaşımız da bir araya geldik, bir koyda toplandık yedik içtik, o günü değerlendirdik. Ne güzel anılar!
Mayısta bu olağanüstü keyifleri yaşadık. Haziranda da fırtına ekibimizin çok sevgili üyesi Hasan’ı 47 yaşında Zincirlikuyu’da “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” yazılı iğrenç paktın altından geçip toprağa verdik.
3 gün içinde ortaya çıkan lösemi, beyin kanaması, her ne ise!!!
Benim bu sevgili fırtına ekibimin çekirdek kadrosunun tümü doktordur. Doktorların başına böyle şeylerin gelmesi insanı çok daha fazla çaresiz hissettiriyor, ürkütüyor.
Beni denizlere sürükleyen de, bir başka çok değerli doktor arkadaşımdı... Sevgili Öztürk Karabey... Hep der ki “Aliciğim, gel bu akşam iyice eğlenelim, şu hayatı güzel güzel, tadıyla yaşayalım, yarın hangimize ne olacağı belli değil...!”
Hasan arkadaşım tam da öyle aramızdan gitti.
Demem o ki, hayatı ertelemeyin. Tadını çıkarın. Denizlerde, küçük koylarımızda daha sık görüşelim.
Birbirimizin kafasını şişirmesek de olur, denizde seyderken bir selam eder, uzaktan uzağa geçer yolumuza devam ederiz.
Yanınızdan geçen tekneye selam vermeyi, halini hatrını sormayı da unutmayın sevgili dostlar, yarın hangimize ne olacağı belli değil!
Bir dostun ardından... Hasan!
Hasan Dündar. Diş doktoru, ağzımdaki protezin de ustası. İki çocuk babası. 47 yaşında. Fırtına ekibimizin diğer doktor üyeleri ile 4-5 yıldır denizlerdeyiz. Ama Hasan ile, bundan tam 2.5 yıl önce eşlerimizden izin alıp mart aylarında fırtına turlarına başladığımızda tanıştım.
Ama ne tanışmak!
Ekibin bir anda sakin ve güçlü karakteri olarak ortaya çıktı.
5 metre dalga... Bana mısın? 50 knots fırtına... Sana mısın?.. Bilmediğin sularda gece karanlığına mı düşmek, “Abi az yol kaldı, dayan!” Buz gibi mart denizine aramızda ilk atlayan da hep oydu, akşamları rakıyı adabıyla en keyifli içen de...
Temkinliydi de. Fırtına ekibimizde (ki bu ekibin anayasasında, mart ayında meteoroloji tahminlerinden Kuzey Ege’de fırtınayı tespit ettiğimizde yola çıkmak yazıyordu), benden sonra en eski kaptan olmasına rağmen ters bir yere geldiğimizde “Abi al dümeni, bizi uğraştırma” demeyi de o bilirdi.
Bu temkinliliğine ve hayat sevgisine rağmen Hasan arkadaşım 31 Mayıs günü olaylar patladığında Gezi’de hem protestocu hem doktor olarak safını aldı. Çok gaz ve dayak yedi.
6 gün sonra burnundan ve diş etlerinden kan boşalması ile hastaneye kaldırıldı. Pazar sabahı kan testleri geldi: Lösemi.
Hastanede Hacettepeli doktor arkadaşları toplandılar. Hematolog olanı “Bu gazlar lösemiyi tetikleyebilir” demiş. (Merak eden çArşı’nın son dönem bildirilerinde de bulabilir!) Ben de tatsız haberi alınca açtım interneti, kör gibi bir embesiller için sağlık makalesine baktım. “Lösemiyi tetikleyen en temel iki etken radyasyon ve toksik maddelerdir” diye yazıyor.
Yine de o an paniğe kapılmadım. Taa ki, ertesi sabah “beyin sapı”nda kanama olduğunu ve yoğun bakıma kaldırıldığını öğrenene kadar. Hastaneye vardığımda, Türkiye’nin en ünlü beyin cerrahlarından biri bize “Arkadaşınız için hayırlısını diliyorum, artık geri dönüş olasılığı pek yok” demişti bile.
Ertesi gün yüzde 100 beyin ölümü gerçekleşti, bir sonraki sabah kalbi durdu, bir gün sonra da toprağa verdik sevgili Hasan’ımızı...
Biliyorum milyonda bir ihtimal gerçekleşmişti. Ama bence, Gezi Parkı’nda fütursuzca ve umursamazlıkla sıkılan gazların bir kurbanı da, denizci dostumuz Hasan arkadaşımız oldu. Ne de olsa, yüzmilyonda birlik ihtimal bile başınıza geldiğinde yüzde 100’lük kesinlik olur.
Şimdi o toprağın altında, bizler ayakta...
Ama rahat uyu, sevgili Hasan kardeşimiz... Bu mayıs kaptanlık belgesini pratikte de eline alınca, yaz sonunda sevgili oğluna denizi sevdirmek için ailenle birlikte planladığın minik mavi yolculuk ertelense de, eğer isterse biz Sarp’ı gelecek Mart’ta denize çıkarırız!